28 Mart 2015 Cumartesi

Kırkına basmış bir çocuk


Adam, geçmişini eline alıp, ters çevirdi.
Kırkına basmış bir çocuktu ve yalnızdı bir erik ağacının tepesinde.
Kısmadı gözlerini,
Güneş gözüne doluyor diye.
Ya da yaprakları çekmedi,
Gitmek için başka bir yere.
Nereye bakıyorsa, oraya aitti,
Ya da çok sonraları söyleyeceği gibi,
Ait olmasa da önemli değildi.
Adam, geçmişini eline alıp, ters çevirdi.
Kırkına basmış bir çocuktu ve uzanıyordu bir ömür boylu boyunca, önünde.
Üstelik artık emindi,
Eksilecekti büyüdükçe.
Adam yaşamış,görmüş ve geçirmişti, 
yine de,
Yok olacağını bilerek, yeniden sevdi.

ZY

21 Mart 2015 Cumartesi

Çünkü çok istersen o iş olmaz




Ben bir şeyi çok istersem o iş yatar. Hayatımın değişmez birinci kuralı.
Ben bir işten ne kadar çok kaçarsam, gelir beni bulur. Bu da ikinci kuralı.

Yani dozu kaçırdığımda bir şekilde tokadını yiyorum. Alıştığımdan mı nedir, uzun zamandır çok istemekten uzak durmaya çalışıyorum. Hedefimi sorduklarında, hayırlısı diyorum...Gitmek istediğim yerleri sorduklarında, hayırlısı...Hayalimi sorduklarında, hayırlısı...

İyi mi bu yaptığım bilmiyorum. Nedense içimdeki isteği dillendirdiğimde büyüyüp, beni ele geçirmesinden korkuyorum. Böyle bir iktidar savaşı içine giriyoruz, isteklerimle. Haddini aşıp, dizginleri ele almasın diye, varlığını bile inkar etmeye başlıyorum.

Bunun yanında yaşlanmanın en güzel tarafı, isteklerinin ateşinden ve istemediklerinin şiddetli korkusundan arınmak sanırım. 

Doksan yaşına merdiven dayamış iki çift tanıyorum, evimizin yakınlarında oturan. Tansiyon, kalp, şeker, kolesterol hepsi var doğal olarak ama yemeklerini nasıl canları çekerse öyle yapıyorlar. 
Kadın, yolda kalbim tutar ölür müyüm kalır mıyım demiyor mesela...Bir hafta sonu sırf canı sıkıldı diye, okuduğu kitapta geçen bir mekana doğru tatile çıkıyor. 
Yaşama arzusu ve ölüm korkusu onlar için dengedeki bir teraziye benziyor. 
Onlara doksan yaşında benim kadar dinç olmalarının - maşallah - sırrını sormak istiyorum ama bu sorularak değil, yaşayarak öğrenilecek bir sırra benziyor. 
Bu sırra ermek için ne kadar daha vakit gerek?

Eğer yaşlanmadan önce, nasıl yaşanılacağını öğrenebilsem, bu benim ömrümdeki en büyük kazancım olurdu.

14 Mart 2015 Cumartesi

Yalan söylemekten aciz


Bir insanın kendisinden çok ellerini özlerim ben. Hastayken, yanımda olmadığı için başımı okşayamayan elleri, düştüysem düştüğüm yerden ellerimi sımsıkı tutup kaldıran elleri, sırf beni yaşatabilmek için nasır tutmuş elleri, toprağa karışmış elleri, titreyerek dikiş diken elleri, kırışık, buruş buruş ama sımsıcak elleri, hatta bazen kumanda tutmaktan yahut akıllı telefon kaydırmaktan başka bir iş yaparken göremeyeceğim elleri, sigara kokusundan nefret etsem bile iki parmağının arasında sigara tutan elleri...

Bir insanın en çok ellerinden nefret ederim. Onların ellerinin, bir vakitler bir bebeğin küçük, yumuşak, dokununca tek parmağını sımsıkı saran ellerine ait olduğuna inanmak ne kadar zor. 
Faik Baysal'ın, Drina'da Son Gün'de, tecavüzcü adamın ölü ayaklarına bakarken düşündüğü gibi. "Ne ara kirlendi bu ayaklar?"
Bu eller ne ara kirlendi?

^^

Gözler kalbin aynasıdır derler ama asıl ayna eller olmasın? 
Eller, sahibinin çalışkanlığını döker ortaya, temizliğini döker, titremeye başlarsa heyecanını döker, döker de döker. 

Yine de dürüsttürler. Yalan söylemekten acizdirler. İyiyse iyi, kötüyse kötü, kendilerini olduklarından farklı gösterme çabaları yoktur. Ellerimiz kadar içi dışı bir olabilseydik eğer...

^^

"Yaşarken milyonlarca şey yapmıştı. Elleri her zaman bir şeyler yapmakla meşgul olurdu. Ve öldüğü zaman, birden onun için ağlamadığımı, fakat yaptığı şeyler için ağladığımı fark ettim." 
 -
"Karım, karım. Zavallı Millie, zavallı Millie. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ellerini düşünüyorum. Fakat onları bir şey yaparken hatırlamıyorum. Ya yanlara bırakılmış, ya kucağında ya da bir sigara tutar durumdalar, fakat, hepsi bu kadar." (451 Fahrenheit)  



12 Mart 2015 Perşembe

Şehirli hayvanlar


Bizim küçük ve köyümsü kasabamızdaki köpekler, araba gördüklerinde, kımıldamak yerine saf saf bakmaya devam ederler. Korna çalmadan rahatlarını bozup da yolun ortasından çekilmezler. Bu yüzden şehir hayatına bodoslama daldığımda, köpeklerin de insanlarla birlikte trafikte yeşil yaya ışığını beklediklerini gördüğümde çok şaşırmıştım. Şehirli hayvanın hali de bir başka oluyordu doğrusu! Ama şehirli insanın hali pek de başka olmuyormuş...

Bunu iki gün önce okulun önünde yeşil ışığın yanmasını bir grup insan ve bir adet siyah sokak köpeğiyle beklerken, siyah köpeğin yanında duran kız, aniden şeytan dürtmüş gibi siyah köpeğe tekme attığında anladım. Ne olduğunu şaşırdı hayvan, sendeler gibi oldu ama hiç sesini çıkarmadı. Onların bir adım arkasında bekleyen bisikletli çocuk hayvana uzanıp hayvanın yere doğru eğdiği kafasını okşadı ve siyah tüylerinde kalan ayakkabı tozunu silkeledi. Işık yanana kadar hayvanı sevdi ve bende bu ikiliyi izledim. Önde istifini bozmadan duran kız, olayı fark etti mi bilmiyorum ama bence ettiyse bile umurunda olmadı. Zaten kız da benim umurumda değildi. Bisikletli çocuğu ve siyah köpeği izlerken, hayvanın bakışlarındaki mahcubiyetle karışık minnettarlığı okumak varken o kızın hayvanlarla zorunu anlamakla uğraşmak istemedim.
Ben de koyu hayvansever sayılmam dostlar, ne yalan söyleyeyim. Hatta ufak bir miktar köpek korkum da var. Uzaktan severim falan ama tutup da elimle okşamam yani. Ama bu onları sevmediğimden değil, benim kendi engellerimle alakalı. Yine de inanın o an, yani hayvanların bizden daha medeni olabildiğini anladığım o an, bir köpeğim olsun istedim. Ve ona en az bisikletli çocuk kadar iyi bakmayı...

3 Mart 2015 Salı

Madalyon ve iki yüzü


Bizim kalbimizde bir yara var, uzun zamandır biliyorum bunu. İçimizde bir yerde karanlıkta gizleniyor. Bir madalyonun iki yüzü gibi tıpkı, onun da iki yüzü var:

Bir yüzü, yalnızca bizi yücelten. Kutsallık taklidi yapan bir dalga gibi yükselen içimizde..Tek doğru yol bizim ve bizim dışımızdakiler gömülmek zorunda! Her zaman en önde biz!

Diğer yüzü ise, devamlı bizi aşağılayan. Bizi ezikleyen...Her başarısızlıkta, her tökezlemede, her düşüşte fısıldamaya, sızlanmaya başlayan. Kimsin ki sen? Bu zamana kadar neyi doğru yaptın? Boşuna çabalıyorsun...Sen mi kurtaracaksın bu dünyayı? Sadece yaşa, sadece nefes al yeter, başka bir işe yaramazsın.

Çocukluktan başlıyor daha, sonra onunla büyüyorsun, başka şansın yok çünkü. O kadar küçük yaşta, seninle birlikte büyüdüğünün farkına varman mümkün değil. 
Senin aksine, umutsuzluğundan besleniyor, yalnızlığından, güvensizliğinden, bazen senden bambaşka birinin sözlerinden, kırgınlıklarından, hayal kırıklıklarından, sevmeyişinden, sevemeyişinden ve sevilmeyişinden...
Büyüyüp, içinde yaşadığının farkına vardıktan sonra, iş işten geçmiş oluyor...Tıpkı senin gibi, bazen baş edemeyeceğin kadar büyümüş oluyor o da. Sonra bütün ömrün onunla savaşmakla geçiyor.
Hiç kan dökülmeyen bir savaş bu ve en kötüsü de senden başka kimse duymuyor.  
Bazen o esir düşüp, zindanlara atılıyor içinin karanlığında.
Bazense sen, bir anlığına belki bir ömürlüğüne, esir düşüyorsun. 

Yaşamak ve ölmek, böyle bir şey işte.