Çayı şekerli içmek gibi. Dört şekerli içerken mutluydum çünkü öyle seviyordum. Sonra şekeri bırakmaya karar verince, ilk günler mutsuz olsam da sonra şekersiz sevdim çayımı. Yanlışlıkla şeker atılan bir çayı yudumladığımda yüzümü buruşturdum.
Sabah erken kalkmak gibi. Eskiden herkes uyurken, geceden sıyrılıp gündüzü beklemek hoşuma giderdi. Ama bu aralar işkence gibi.
Mesela kitap okumak gibi. Benim için çok uzun bir süre boyunca kendisi cehennem kadar olmasa da zorlanmadıkça içine düşmekten kaçındığım bir kuyuydu. Sonra işler değişti tabii.
Sonra okuduğun bölüm gibi. Bazen melek gibi bazen de zebani. Cehennem hissi daha çok sınav haftalarında basıyor insanı. Tatil zamanı ondan iyisi yok!
Birini sevmek gibi. Birini sevmeyi seversen cennetin oluyor senin. Ama birini sevmeyi sevmezsen, cehennemde gibisin mütemadiyen. Birini sevmeyi sevmiyorsa, neden sevmeye devam eder insan? Onu da bilmiyorum, saçmalık işte. Zaten dünya saçmalıklarla dolu.
Velhasılı kelam, ne kadar çok seversem o kadar çok cenneti göreceğim bu dünyada, düz hesap. Öyleyse neden daha çok sevmiyorum? Tuttuğum kalemi, ayağımı vuran ayakkabıyı, şu elimin altındaki bilgisayarı mesela, etrafımdaki insanları...Seveyim diyorum bazen daha çok seveyim... Ama seveyim deyince de sevilmiyor demek ki. Tıpkı sevmeyi sevmediğinde, sevmeyi bırakamadığın gibi.
Yani öyle bir dünya işte.